İsmine şimdilerde Değerler Eğitimi de deniliyor. Okullarımız az ya da çok bu mesele üzerinde duruyorlar, ne var ki bu mesele sadece okulda olacak bir hadise gibi görülürse elbette netice tam manası ile elde edilemez.
Aile en başta bu meselede ilk adımdır ve ana-babalar kendilerinden başlayarak bu meseleye eğilmek mecburiyetindeler. Mesela en büyük şahsiyet eğitimi doğruluk la başlar. Yani yalan söylemenin küçüğü büyüğü yahut pembesi diye bir şey uydurur üzerinde durulmaz ve başvurulursa en büyük darbelerden birisi vurulmuş olur çocuğun şahsiyetine. Allahu teâlâ yalan hariç diğer birçok duyguyu doğuştan hazır olarak yarattıklarına vermiştir.
İnsanı tanımak, insanı tanıyanları tanıyabilmek insana aslında bir altın anahtar olur… Eğer bu anahtarı bulabilirseniz kendinizin bir türlü ulaşamadığınız iç dünyanıza da ulaşacaksınız. Çözemeyeceğinizi sandığınız nice düğümler çözümlenecek… Nice karanlıkta kalmış dehlizler aydınlanacak… Kendi bilinmez duygu atmosferinizde, merak edip de boğulma korkusuyla içine dalamadığınız fizik ötesi duygu ve düşünce okyanuslarınıza kulaç atacak serinleyecek ve hatta kendinizi keşfetmenin zevkini tadacaksınız… Bu anahtarla sevdikleriniz başta olmak üzere karşınızdaki nicelerinin gönlünü ve ruhunu fethedeceksiniz.
Hemcinsini öldürürken gözünü kırpmaz ama bir serçenin can çekişmesine dayanamayıp merhametten ağlar… İnsan bu kadar yufka yüreklidir…
İnsan cahildir… İnsan âlimdir… İnsan evlattır… Babadır… Annedir… İnsan çiğ süt emmiştir derler.
Peki öyleyse. Her birimiz, kendimiz kadar bilinmez olan bu diğer insanları, bu diğer insan denilen varlığı nasıl anlayacağız da ondan arzu ettiğimiz şekilde tam da kafama göre dediğimiz bir “insan” profili çıkaracağız? Bu acaba mümkün müdür?
Soruya karşı soru sorarak denemeye ne dersiniz bu çabayı? Yani şöyle:
Bugünüm hasta iken, ümit var mı yarından?
Bin parçaya bölünmüş, hayallerim perişan;
Sevgim can çekişiyor, ömrümün baharında.
Gönlümün gözyaşıyla, yosun tutmuş arzular.
Hasta, yorgun bedenim, çaresiz dolaşıyor;
Oksijen çadırında, bir mazlumun kalbi var.
Evet; seneler önce hem filmi, hem de radyo tiyatrosu yapılmış hikâyenin özeti mısralar bunlar.
Doğrusu bu yazıyı niçin gecenin bir ilerleyen saatinde yazmaya çalıştığımı ben de bilmiyorum ama yazan varsa yazdıran da var elbet.
En son pazar günü dinlemiştim bu eseri ve o günden bu yazıyı tamamladığım şu güne kadar belki 5, belki 10 defa daha dinledim ve her seferinde gözlerim doldu geldi.
Türkçe tabii olarak bir imparatorluk dilidir. Büyük Türk milleti, Avrupa Hun İmparatorluğu ndan Gazneliler’e, Selçuklu İmparatorluğu ndan Memluklere, Timur İmparatorluğu ndan Devlet-i Aliye’ye uzanan dünyanın en büyük yirmi beş devletinden on altısının sahibi olmuştur ve bu devletlerin neredeyse tamamı imparatorluktur.
İmparatorluklarla dirilen Türk devlet ve medeniyet tarihinin dili de muhakkak ve muhakkak imparatorluk dili olmak zorundadır ki, bu tenkit edilecek bir özellik değil, bilakis medhüsena edilecek, gurur duyulacak bir kıvanç sebebidir. Sefer lerle i lâ-yi kelimetullah
-tevhid inancını yüceltip hâkim kılma anlamında bir tabirdir- aşkına gönülleri titreten ve ruhlarıyla haykıran Türkler, herhâlde bu kükreyişi gezinti yle dillendiremezlerdi.