comparemela.com

Review Cebel - Djebel In ottawa, ontario, canada | Local Business In Ottawa

Only 50% People Answered Yes For the Poll

like Rating

3 Votes

dislike rating

3 Votes


Cebel - Djebel



Ottawa,


Ontario,Canada - K1N

Detailed description is .
CEBEL- ŞEYHCUMA.
.
Cebel Doğu Rodoplarda yer alan şirin bir kasabadır.
Bugünkü adı, Bulgaristan’daki hemen hemen diğer tüm Türk yerleşimlerinde de olduğu üzere, 1934 yılında meydana gelen askeri darbeden sonra verilmiştir.
Kuruluş ve asıl adı olan Şeyh Cuma, 1970’lerin ortalarına kadar Türkler tarafından yaygın olarak kullanılmıştır.
O da daha çok Cuma Yanı olarak… O kadar ki, özellikle bu dönemde orta yaş üstü insanların Cebel’e giderken kullandıkları isim daha çok, Cuma Yanı olmuştur.
İnsanlar bu faaliyetini Cuma Yanı’na ya da daha kısaltılmış şekliyle “Cumayna” gidiyorum şeklinde kullanmıştır.
Ancak Cebel ismi de Türkçe kökenli olması nedeniyle pek yadırganmamıştır.
Ayrıca bu özelliği nedeniyle, günümüzde de isim konusunda tartışma ve sorunun yaşanmadığı yerleşimlerden biri olmuştur..
.
Cebel, Kırcaali’ya bağlı 7 ilçeden biridir.
Güneyinde yer aldığı şehre yaklaşık 20 kilometre uzaklıkta bulunmaktadır.
1971’de 2971 olan merkezi nüfusu 1985’e gelindiğinde 4647’dir.
1989’dan sonra meydana gelen sürgün, Bulgaristan’daki pek çok Türk yerleşiminde olduğu üzere Cebel’de önemli bir nüfus azalmasına yol açar.
Özellikle köyler boşalır.
O kadar ki, son 100 yılda meydana gelen saldırılara, katliamlara ve sürgünlere rağmen, 1989 öncesinde ki, 1912-13, 1925-40, 1951, 1968-78 yılları arasında yaşanan sürgünlere rağmen yaklaşık 24 bine ulaşan nüfus, günümüzde 8500’e düşer.
Ancak azalma burada da duracak gibi görünmemektedir.
Çünkü tarımda yaşanan sorunlar; özellikle de tütün ve hayvancılıkta yaşanan sıkıntılar ile yaşanan genel ekonomik kriz nedeniyle alternatif istihdam olanaklarının yaratılmamasına bağlı olarak, her yıl yüzlerce insan, Avrupa’ya göç etmek zorunda kalmaktadır.
.
ŞEYHCUMA YANİ CEBEL’İN TARİHİ.
Cebel’in geçmişi oldukça eskiye gitmektedir.
Adını aldığı “Şeyh” tarafından, daha önce etrafında kurulmuş bulunan köylerin buluşma merkezi olarak 1676 yılında kurulmuştur.
Ancak bölgede Türklerin ve Türk yerleşimlerinin varlığı çok daha eskiye gitmektedir.
Aslında tüm Balkanlarda, bir Türk yerleşimini tek başına ele almak çok doğru görünmemektedir.
Çünkü özellikle siyasi açıdan yaşanan, ortak bir tarihtir.
O kadar ki, Balkanları birlikte vatan haline getirmişler birlikte elden çıkışını, işgal edilişini; yine hep birlikte saldırıları, katliamları, sürgünleri yaşamışlardır.
Türk egemenliği sonrasında yaşanan 100 yıllık yalnızlık da yine ortaktır.
Kısaca kuruluşundan günümüze kadar yaşanan ortak kaderdir yani kan, gözyaşı, ölüm ve sürgündür… Bu bağlamda Cebel’in tarihi, aynı zamanda Kosova, Makedonya, Yunanistan, Romanya, Sırbistan, Macaristan’daki bir Türk yerleşimlerinin de tarihidir.
Hele hele güneyiyle kuzeyiyle Rodoplar bazında olaya baktığımızda ortaya çok daha net bir manzara çıkmaktadır.
İsterseniz biraz geçmişe gidelim ve filmi, ilk başladığı yerden yeniden oynatalım....
.
Yıl 1354… Türklerin Anadolu Coğrafyasından siyasi ve askeri olarak Rumeli’ye geçtikleri tarih.
Evet, Türkler yani Osmanlı güçleri 1354’te Gelibolu’yu ele geçirirler.
Ardından da batıya doğru ilerleyip Gazi Evrenos Bey’in komutasında 1361’de Gümülcine ve çevresine yerleşirler ve 1371’de meydana gelen Çirmen Savaşı ile de Trakya’yı kontrol altına alırlar.
Bu tarihten itibaren Gümülcine, 1383’e kadar artık devletin uç merkezi üssüdür.
“Gümülcine ve çevresinin Bizans İmparatorluğu’nun son dönemine doğru birbiri ardına meydana gelen iç savaşlar, veba salgınları ve ilk Osmanlı akınlarının Batı Trakya’yı oldukça etkilediği ve 14.
yüzyılda bu bölgenin çok az nüfusa sahip olduğu bilinmektedir.
Bu karışık devirde birçok küçük yerleşim birimi ortadan kalkmış, halkın büyük bir kısmı açık araziden ziyade büyük ve müstahkem yerlere çekilmişti.
Dolayısıyla Osmanlı fethinden sonra boş durumda bulunan arazilere Anadolu’dan getirilen Türk kolonileri yerleştirilmiştir.
Nitekim 19.
yüzyılın sonlarına ait salnamelerdeki listelere bakıldığında, Gümülcine kazasının birçok köyünün Türkçe ad taşıdığı bundan da Türk kolonilerinin yerleştirildiği sırada müstahkem yerler dışındaki kır kesiminin boş olduğu anlaşılmaktadır.
Sadece MEGRİ, Maroniye (Marolye), İskeçe, Buru, Ferecik gibi müstahkem yerlerin eski adlarını Türkçeleşmiş haliyle de olsa sürdürmeleri bu hususu doğrulamaktadır.
“.
(Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi s.268-269 cilt 14, İstanbul 1996).
Evet, Gümülcine’nin demografik yapısı bu şekildedir.
Ancak bu bilgileri sadece günümüz Gümülcine’sinin ve Yunanistan’ının siyasi sınırlarıyla sınırlı tutmak büyük bir hatadır.
Çünkü, Gümülcine’ye, doğusunda, batısında, güneyinde 30-40 km mesafede bulunan bir köy ile; kuzeyinde, Bulgaristan sınırları içinde yer alan bir köyün hiçbir farkı yoktur.
Bölgeye ilk yerleşimler, büyük bir olasılıkla başta babalar ve dervişler öncülüğünde, Gümülcine merkez olmak üzere, Rodopların birçok yerine olmuştur.
Gümülcine ve çevresinin kısaca Rodopların bir bütün olduğu Edirne Vilayeti Salnamesi’nde de görülmektedir.
Salnameye göre Edirne Vilayeti Gümülcine Sancağı Kazaları şunlardır: Gümülcine Kazası, Ahi Çelebi Kazası, Darıdere Kazası, Sultanyeri Kazası, İskeçe Kazası, Eğridere Kazası.
O dönemde Cebel, Mestanlı’ya bağlı olan bir belde olarak, Koşukavak ile Birlikte Sultanyeri’nde yer almaktadır.
.
.
Balkan Türklerinin tarihi de kaderi de ortaktır.
Bunu en iyi şekilde Osmanlı Devleti’nin en uzun yüzyılı olan 19.
Asırdan itibaren görürüz.
O kadar ki, milyonlarca Türk yani Müslüman, Karadeniz’den Adriyatik’e, Bosna’dan Edirne’ye kadar olan alanda saldırı, katliam ve sürgünler nedeniyle, geride yüz binlerce insanını; çocuğunu, kardeşini, anasını, babasını, bırakarak, toprağa vererek kurtuluş umuduyla Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır.
Evet, Balkan Müslümanlarının yanı Türklerinin tarihi ve kaderi birbirinden ayrılamaz.
Hele hele Rodoplardakilerin….
Evet, Rodoplarda, özellikle 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Müslümanların yani Türklerin ortak olan tarafı sadece kader ve tarihle sınırlı değildir.
Aynı zamanda kaderini belirleme ve tarihini yazma konusunda da bir ortaklık vardır.
Bu konuda ilk örnek 1877-78 yıllarında yaşanan ve 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’nda görülür.
Önüne gelen her engeli ezip geçen Rus ordusunun ve Bulgar çetelerinin karşısında, Filibe’den Ege Denizi’ne Burgaz’dan Cuma-i Bala’ya (Blagoevgrad) kadar olan coğrafyada, sadece Rodoplardaki Müslümanlar yani Türkler dimdik ayakta durabilir.
4 Mart 1878’de, bir gün önce imzalanan Ayastefanos Antlaşmasını (3 Mart 1878) tanımayacaklarını, tüm dünyaya duyururlar.
Ardından da silahlı mücadeleye girişirler.
Bazı iddialara göre 4 Mart 1878’de, bazı iddialara göre de 16 Mayıs 1878’de; “Ayastefanos Antlaşmasını şiddetle protesto ederiz.
Müslümanların idare ettikleri yerlerle, Ruslar ve Bulgarlar tarafında idare olunan yerler arasındaki büyük farkı görmek üzere kimi isterseniz gönderiniz.
Meriç’in güney-batı tarafındaki topraklardan, yeni Bulgaristan’a bir karış yer vermemenizi istirham ederiz.
Çünkü idaremiz altında bulunan 4 milyon Müslüman, işitilmemiş cinayetlerle ismini kirletmiş olan ve her zaman düşmanımız bulunan bir hükümete boyun eğmektense yok olmayı tercih eder” bildirisiyle 8 yıl boyunca varlığını sürdürecek olan "Rodop Hükümeti Muvakkatesi”ni kurduklarını, hükümetin merkezi olan ve günümüzde Kırcaali’de bulunan Karatarla (Çerna Niva) köyünden tüm dünyaya duyururlar.
.
Ortak kader ve tarih yazımı durmaz.
Rodoplular, 31 Ağustos 1913’de başkenti Gümülcine, diğer önemli şehirleri ise Ortaköy (İvaylovgrad), Papazköy (Macarovo), Paşmaklı (Smolyan), Yenice, Habipçe, Harmanlı (Harmanli), Eğridere (Ardino), Koşukavak (Krumovgrad), Kırcaali, Mestanlı (Momçilgrad), Cuma-i Bala (Blagoevgrad), Darıdere (Zlatograd), Nevrokop (Gotse Delçev) ve İskeçe’de (Ksanti) “Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi” adıyla yeni bir idarenin kurulduğunu, “Allah’ımıza dayanarak ve benliğimize güvenerek bu günden itibaren İslam’ı, Hıristiyan’ı, Türkü, Bulgarı aynı hukuka malik almak şartıyla Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi’ni ilan eylemiş olduk” sözleriyle tüm dünyaya duyururlar.
Ardından 30 Temmuz 1915’te Drama’nın Radalios köyünde kurdukları Radalyos Hükümeti, 25 Mayıs 1920’de de Hamitli’de (Hemetli) meydana getirdikleri Garbi Trakya Müstakil Hükümeti ile varlıklarını bir kez daha tüm dünyaya duyururlar.
Özellikle 1920’den itibaren Balkanlarda ilk Türk Komitacısı Yüzbaşı Fuat Balkan ve Trakya-Paşaeli Cemiyeti'nin önderliğinde kurdukları silahlı müfrezelerle Malko Tırnova’dan yani Tırnovacık’tan Paşmaklı’ya (Smolyan) kadar olan coğrafyada, Türk-Bulgar ve Bulgar-Yunan sınırı boyunca gerçekleştirdikleri gerilla savaşı ile Yunan Ordusu’nun birliklerinden önemli bir kısmının Trakya’da saplanıp kalmasına yani Anadolu’ya geçmesine engel olarak kader ve tarihlerini Türkiye’nin kader ve tarihiyle birleştirirler.
Aslında bu konudaki ilk adım Mustafa Kemal Atatürk’ün Sofya’da Askeri Ataşe olarak bulunduğu dönemde yaşanır.
Gümülcine sancağındaki Müslümanlar yani Türkler ilk etapta 5 bin altını faaliyetlerinde kullanması için toplayıp Atatürk’e gönderirler..
.
Rodoplardaki Müslümanların yani Türklerin oluşturdukları, yazdıkları ortak kader ve tarih, 26 Mart 1920’de imzalanan San Remo Konferansı kararları sonucu kuzeyinin Bulgaristan’a ve güneyinin Yunanistan’a bırakılması sonucu ikiye ayrılmaya çalışılır.
Artık Trakya iki bölgedir.
Güneyi Yunanistan’da kuzeyi ise Bulgaristan’dadır.
Bundan sonra Cebel, Sultanyeri bölgesinin önemli merkezi olan Mestanlı’ya (Momçilgrad) bağlı bir yerleşimdir artık.
1964’te köykent olan Cebel, 1969’da ise yakınındaki 6 köyün birleştirilmesiyle, Kırcaali’ye bağlı bir ilçe haline gelir.
1985’de Bulgaristan’da idari sistemin değiştirilmesiyle de Hasköy’e (Haskova) bağlanır.
Günümüzde merkezi nüfus 3 bin olan ilçenin köyleriyle birlikte toplam nüfusu yaklaşık 8 bin 500’dür.
Bunun da en büyük nedeni 1989’da yaşanan sürgündür.
O tarihte meydana gelen sürgün nedeniyle ilçenin nüfusu neredeyse 100’de 70 azalmış, bazı köylerdeyse bu oran 100’de 90’lara kadar çıkmıştır.
Daha da önemli olan gelişme, göçün günümüzde de sürmesidir.
Çünkü kötü ekonomik koşullar, işsizlik ve çaresizlik gibi nedenlerle insanlar her yerde olduğu gibi burada da doğdukları yerleri terk edip gitmektedir.
Ancak sürgünlerin tarihi salt 1989 ve sonrasıyla sınırlı değildir.
Tüm Bulgaristan’dan olduğu üzere Cebel’den de ilk zorunlu göç, 93 Harbinde yaşanır.
Ancak bu durum Balkan Savaşı ve sonrasında sistematik bir hal alır.
Özellikle Balkan Savaşı’nda Bulgar komitacılar ile Andronik Ozanyan önderliğindeki Ermeni gönüllülerin de yer aldığı Makedonya Lejyonu’nun saldırıları sonucu çok sayıda kişi bölgeyi terk etmek zorunda kalır.
Çünkü saldırılar sonucu, Kırcaali’nin 6 köyünde 570 hanede oturan 3 bin 430 nüfusun tamamı katledilmiş; keza Eğridere’nin Gümülcine’ye göç edemeyen kısmında kalan 11 köyde bin 490 hanenin tamamı yakılmış ve 7 bin 600 kişi katledilmiş, aynı şekilde Gümülcine’nin 85 köyden oluşan Şeyhcuma, bugünkü adıyla Cebel ve 25 köyden oluşan Kirli yani günümüzdeki adıyla Benkovski kazalarının tamamı saldırıya uğramıştır.
(Troçki, Balkan Savaşı) .
.
Zorunlu göç yani sürgünler 1920’lerde de devam eder.
Çünkü baskı, saldırı ve katliamlar açısından değişen bir şey yoktur.
Deliorman gazetesinin “Türkler hicret etmiyor, ettiriliyorlar” sözünde de belirttiği üzere yaşanan bir göç değil sürgündür.
Gazete devamla, konuyla ilgili olarak şunları yazmaktadır: “Türkler buradan istemeye istemeye, gözleri arkalarında kalarak gidiyorlar.
Çünkü gitmeye mecbur oluyorlar.
Bulgarya’da öyle vakalar oluyor ki, insanı canından, malından, namusundan ötürü korkutuyor.
Bir ay evvel Akdere’de öldürülen Pehlivanoğlu’nun kanı kurumadan Rodoplarda başka Türk kanı döküldü.
Cebiroğulları nahiyesi müdürü Hasan efendinin gün ortasında katli keyfiyeti, Kırcaali ve havalisinde pek büyük korku tevlit ettiğinden umum halk, malını, mülkünü satarak Türkiye’ye hicret etme yoluna dökülmüştür.” (Deliorman Gaz.
20.02.1930 sayı 17).
.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da zorunlu göç ve sürgünler konusunda değişen bir şey yoktur.
Sosyalizmin eşitlikçi ve özgürlükçü söylemine rağmen Sofya’nın Türklere bakışında herhangi bir değişiklik olmaz.
O kadar ki, Moskova’dan Bulgaristan’a dönme hazırlığında olan Dimitrov’un, dönmeden önce çözümlenmesini istediği bazı konuların başında özellikle Rodoplardaki Türkler ve Müslümanların sayısal olarak çokluğu gelmektedir.
Dimitrov’un isteği, ancak onun Bulgaristan’a dönmesinden sonra gerçekleşir ve 4 Ocak 1948’de parti merkez komitesinin geniş oturumunda alınan kararla, Rodoplardaki Müslümanlar yani Türklerin ya Türkiye’ye göç ettirilmesi ya da Bulgaristan’ın iç bölgelerine gönderilmesine kara verilir.
Öyle de yapılır.
1948-50 arasında 15-16-17 numaralı hükümet kararnameleri sonucu Rodoplardaki Müslümanlardan yani Türklerden yaklaşık 2100 aile buradan alınıp, Bulgaristan’ın iç bölgelerine gönderilir.
Yine 1947-51 yıllarını içine alan dönemde tamamı Bulgaristan’dan 159.393 kişi Türkiye’ye sürülür.
Bu durum, o dönem sürgünü yaşamış bulunan küçük Viran’lı yani Mişevo’lu Hafız Hasan’ın şiirinin bir dörtlüğünde şu şekilde yansıtılmıştır:.
28 Ağustos’ta Kırcaali’ye toplandı haylice insan.
Orada alınan karara nasıl dayanır vicdan.
Anladım nereye gider bu yol ve de izleri.
Bu karar katiyyen bırakmaz dedim bizleri.
.
.
Cebel’den yaşanan en büyük ve kitlesel sürgün, 1989 ve sonrasında yaşanır.
Çünkü bu süreçte çok büyük sıkıntılar yaşanmamış ve insanların büyük çoğunluğu bir daha bu acıları yaşamamak için doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalmışlardır.
Peki, insanları bu kadar yılgın ve umutsuz kılan neydi? Buna yanıt vermek için öyleyse öncelikle sürgünlerin tarihine bir göz atalım.
Ancak hep söylediğimiz gibi aslında bu, aynı zamanda Balkanlarda yaşayan Müslümanların yanı Türklerin ortak kaderi ve tarihidir..
.
Balkanlardan en büyük göç yani ilk kitlesel sürgün, Osmanlı Devleti için de sonun başlangıcı olan ve hicri takvime göre 1293 yılında başlaması nedeniyle, 93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’nda yaşanır.
Yaklaşık iki yıl süren savaştan en çok siviller etkilenmiştir.
Amerikalı tarihçi Justin Mc Carthy’ye göre can kaybı ve kitlesel olarak çekilen çile bakımından, bu savaş esnasında meydana gelen göçler yani sürgünler, tarih boyunca görülenler arasında en dehşet verici olanlardan biridir.
Çarlık ordusunun ve komitacıların giriştiği kıyım eylemleri bu kaçışın temel nedenidir.
Saldırı ve katliama maruz kalan Türklerin düşündüğü tek şey kaçmak, kaçabilmek olmuştur.
Fakat bu, çok zorlu bir süreçtir.
O kadar ki, istasyonlara sığınanlar günlerce tren beklerken donmamak için kağnılarını ve arabalarını yakarlar.
Yaşamlarını açık havada kurdukları çadırlarda sürdürmeye çalışırlar.
Trenlere binebilenleri ise bekleyen, Trakya’nın zemheri ayazında açık vagonlarda açlıktan ve soğuktan ölmektir.
Yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan bu insanların yolculuk anında yaşadıkları trajediyi en iyi şekilde anlatan olayları bizzat tanığı olan İngiliz subay Albay Walter Blunt’tur: Albay Walter Blunt: “Muhacirlerin, ellerinde resmi makamlarca verilen trene binme izni belgeleriyle, her istasyonda, gelecek olan herhangi bir trende bulabilecekleri bir kıyıcık, köşeciğe zıplamaya hazır durumda, yığınlar halinde beklediklerini size bildirsem, bu zavallı insanların sefaleti göz önüne getirilebilir.
Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, kadınlar ve çocuklar her çeşit doğal gereksinimlerinin zorlamasına karşı direnerek, vagonlarda bulundukları yerden ayrılmamaktadırlar.
İhtiyaçlarını bulundukları yerde gideriyorlar.
Çünkü ayrıldıkları takdirde yerlerini bir başkası kapabilecektir.
Bu yüzden kapalı vagonlardan bazısının içindeki hava, akla hayale gelecek gibi değildir.
Bu durum, güçlü bir olasılıkla, şimdi ortaya çıkan hastalıklar yüzünden gerçekleşmiş ölümlerin birçoğunun asıl nedenidir.” (1 Şubat 1878 tar.
rapor) .
Vagonların içi kadar üstleri de doludur.
Çok sayıda insan kalıp öldürülmeyi beklemektense en azından şansını denemek istemektedir.
Fakat trenler Edirne’den İstanbul’a ancak 7-8 günde gelebilmektedir.
Bu soğukta, kışta kıyamette tamamlanması zor bir yolculuktur.
Her şeye rağmen Sirkeci Garına ulaşmayı başarabilen insanlar yarı donmuş bir vaziyette aç ve susuzdurlar.
İstanbul’a gelen kafilelerin büyük çoğunluğunu kadınlar, ihtiyarlar ve çocuklar oluşturmaktadır.
Dolayısıyla bu insanlar, yolculuğun olumsuz koşullarından daha çok etkilenmişlerdir.
O kadar ki, çoğu bitkin ve perişan haldedir.
Sürgünler savaş sonrasında da sürer.
Çünkü Berlin Kongresi kararlarına rağmen, Rus Ordusu, dönen insanlara koruma sağlamaz.
Dahası bu insanlar, bugün güvenlik görevlisi olan dünün komitacılarının insafına terk edilirler.
Berlin Kongresi sonrasında Bulgaristan Prensliği’nde kalan ya da geri dönen Türklere yönelik uygulamalarla ilgili olarak İngiliz konsolosu Calvert şunları yazmaktadır: “Ülkenin her yanından her gün gelen bildirimlere göre, Türkleri göçe zorlama konusunda, kendi ifadeleri ve eylemleriyle de belirttikleri üzere Bulgarlarda, kesin bir kararlılık bulunmaktadır.
Birbiri ardınca Türk köylerinin sığırları talan edilmekte ve sahipleri direnişe kalkıştıklarında öldürülmektedir.
Her yerdeki Türk köylülerine, ülkeden gitmeye hazırlanmaları gerektiği söylenmektedir.
Terkedilmiş köylerde camiler yerle bir edilmekte, ayakta kalabilmiş evler, yakın yörelerden gelen Hıristiyanlarca işgal olunmaktadır.
Muhacirler, evlerine dönmeye çabaladıkları her olayda köylerine sokulmamakta ve uzaklaştırılmaktadır.
Bu insanların resmi makamlara verdikleri koruma taleplerini içeren dilekçelerden bir teki bile işleme konmamaktadır.” (17 Haziran 1878).
.
Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen geri dönüp şansını denemek isteyenler de olur.
Bunlardan bir grup olan Şumnu’ya sığınmış Razgradlılar daha yola çıkar çıkmaz soyup soğana çevrilir.
Her türlü zahmeti atlatıp Razgrad’a gelenleri ise daha kötü bir sürpriz beklemektedir.
Aç ve susuz, günlerce belediye mezbahasında barınmak zorunda bırakılırlar.
Ayrıca burada kendilerine doğdukları yerlere geri dönmeleriyle ilgili olarak şu açıklama yapılır:.
1.Sırplarla yapılan çatışmaya ya da son savaşa Osmanlı’dan yana katılmış olanların, geri dönmelerine izin verilmeyecektir..
2.Bulgaristan’da kalmasına izin verilecek herkesin, kendisinin dürüst ve namuslu bir kişi olduğu konusunda bir Bulgar’ı mutlaka kefil göstermesi gerekmektedir.
.
3.Köyleri dağlık ya da ormanlık gibi stratejik yörelerde bulunanlar, kendilerinden istenilen kefil bulma koşulunu yerine getirseler bile, Bulgaristan’da kalamayacaklardır..
4.Evlerini Bulgarlar’ın işgal ettiği muhacirler, kefil bulsalar bile ülkeden gideceklerdir..
5.Hali vakti yerinde olan kişilerin hepsi Bulgaristan’dan ayrılacaklardır.
Razgradlı olanlara, kente girip orada kalabileceklerdir ama evleri kendilerine iade edilmeyecektir..
.
Zaten Razgrad’ın 7 Türk mahallesinden 5’ini Bulgarlar işgal etmişlerdir.
Öteki ikisi ise Kazaklar’a verilmiştir.
Aynı durumlar Eski Cuma, Osman Pazarı ve daha birçok yerleşim biriminde de yaşanır.
Özetle söylenmek istenen İngiltere’nin Varna konsolosu Reade’in de belirttiği üzere, artık buradan gidindir..
.
Yaşanan onca olumsuzluğa rağmen yine de çok sayıda insan doğduğu topraklarda kalmayı başarır.
Yapılan baskılara ve engellemelere karşı direnerek yaşama dört elle sarılır.
Fakat yerinden, yurdundan sürülenler kalmayı becerenlerden çok daha fazladır.
1876 Nisan ayaklanmasıyla başlayıp 93 Harbiyle son bulan süreçte bazı kaynaklara göre 300 bin, bazı kaynaklara göre ise 600 bin Türk saldırılar, hastalıklar, soğuk ve açlık yüzünden yaşamını yitirmiştir.Yine aynı dönemde Amerikalı tarihçi Justin Mc Carthy’ye göre 1 milyon 253 bin Türk doğduğu topraklardan göç ettirilmiştir.
Bu rakam Nedim İpek’e göre ise 1 milyon 243 bindir.
Ünlü araştırmacı Bıyıklıoğlu ise daha düşük bir rakam vermektedir.
Tüm bu yaşananlar nedeniyle 93 Harbi halk arasında “Koca Bozgun” olarak nitelendirilmiştir.
Göç savaştan sonra da devam etmiştir.
1 Eylül 1879’dan 1902 yılına kadar Bulgar Prensliğinden Osmanlı devletine yaklaşık 150 bin Türkün göç ettiği tahmin edilmektedir.
.
Sürgünler, hiç aralıksız devam eder.
Bazen az acılı bazen kan denizine çevrilmiş bir ortamda… Balkan Savaşı’nda yaşanan da insanlık tarihinin gördüğü en kanlı olaylar ve sürgünlerden biridir.
Çünkü komitacıların ve orduların hedefinde, düşman olarak gördükleri Osmanlı güçlerinden çok, onun burada bulunuşunun varlık sebebi olarak gördükleri Müslüman halk yani Türk siviller olur.
.
Rasim Amca: “Dokuz yüz on ikide kaçıp köyü terk ettiğimizde yedi yaşımda olduğumu biliyorum.
Hey gidi dünya hey… Ne felaket günlerdi o günler.
Şimdiki gibi hatırlıyorum.
Top seslerini işitince hemen oyunlarımıza ara verir, bir köşeye sinerdik.
Korku büyür dururdu gözlerimizde.
Durum iyice kötüleşince büyüklerimiz, beraberimizde götürebileceğimiz kadarıyla evimizdeki pılı pırtıyı topladılar, arabalara yüklediler.
Kadınlı, erkekli, gençli, ihtiyarlı, çoluklu çocuklu bir kafile halinde Güreller’e indik önce.
Baktık onlar da yola kalkışmışlar, onlarla birlikte Üsküp’e gittik.
İki üç geceyi Üsküp’te geçirdik.
Şimdi hatırlayamıyorum ya, yine düştük yollara.
Bu sefer Nukuştak köyünde serdik çulu.
İşte bugün hayal meyal hatırlayabildiğim o 912 yılının kışını orada geçirdik.
Yeniden Dlıga’ya döndüğümüzde bir yaş daha büyüktüm.
Oyunlarımızı oynarken bile kulak kesilerek bir anlam çıkarmaya çalıştığımız yaşlılarımızın konuştuklarından muhacirliğin zorluklarını çocukluğuma rağmen anlayabiliyordum.
912 yılıydı ya, Osmanlı battı.
Millet korku içinde ne yapacağını şaşırmış durumdaydı.
Savaşlar birbirini izledi durdu.
Her gelen asker önünden kaçıp köyü terk etmek zorundaydık.
Tam üç defa kaçıp yeniden döndük buralara.
Bir seferinde yaktılar bile Dlıga’yı.
Buna rağmen terk etmeye kıyamadık, suyuna, toprağına gönül bağladığımız bu toprakları.” (Balkan Müslümanlarında Dinsel ve Ulusal Kimlik A.Ü.
SBF Dergisi c.48.
No:1-4 Ocak-Aralık 1993, Baskın Oran).
.
Ancak, pek çok insan Rasim amcanın anlattığını yapamayacak ve yollara düşecek ve bir daha geri gelmeyecektir.
Çünkü Balkan Savaşlarında her cephede yaşanan ayrı bir insanlık trajedisi, ayrı bir insanlık suçudur.
Bulgar ordusunun Trakya’da üstlendiği rolü, Kuzey Makedonya’da Sırbistan yerine getirir.
Bu bölgedeki en büyük savaş Selanik, Üsküp, Niş, Belgrad demiryolu ile Sırbistan ve Makedonya arasındaki ana karayolu üzerinde bulunan Kumanova’da yaşanır.
İleri bir harekâtla Osmanlının Sırbistan sınırında bulunan bu şehre kadar ilerleyen Sırp güçleri, istasyonun karşısındaki tepeler üzerinde belirir belirmez halkta çok büyük bir panik başlar.
Meydana gelen tüfek ateşiyle çok sayıda sivil ölür.
Dahası çocuklar ve kadınlar, ateşin yarattığı korku ve panik içinde kaçışan kalabalığın altında kalarak ezilirler.
Sağ kalanlar canını kurtardığına şükredip ardına bile bakmadan hızla şehri terk edip kaçar.
Kaçamayıp kalanlar ise esir edilirler.
Aynı zamanda Sırp gönüllülerle çeteler de civardaki Müslüman köylerini talan etmekle ve buldukları Müslümanları öldürmekle meşguldürler.
Yalnız kadın ve kızların hayatı bağışlanmaktadır.
Fakat sağ kalanlar ölenleri kıskanmak için çok neden bulacaklardır diye aktarmaktadır yazar Aram Andonyan.
(F.O 371-1763 Greig’den Lawther’e yazı.
Manastır.
4 Şubat 1913 ek no:2) .
.
Karadağ Ordusu arındırma konusunda daha kestirme bir yol izler.
Arnavutluk’u işgalinde yollarının üzerinde bulunan her şeyi yakıp yıkar.
Özellikle de kerestelik ağaçları.
O kadar çok keserler ki, olaylar yatıştıktan sonra geri dönebilen insanlar, yıkılmadan kalan bazı evlerin çatılarını yapmak için bile ağaç bulamazlar.
Yakılıp yıkmalardan Katolik köyleri de payına düşeni alır.
.
Güney Makedonya’da da değişen bir şey yoktur.
Yataklarında her an meydana gelecek bir saldırı korkusuyla uyuyan insanlar ve yaklaşmakta olan işgal ordusu.
Osmanlı sınırını geçen Yunan kuvvetleri Elosana’ya bir gece vakti girerler.
Minarelere çıkan altı hoca, düşmanı tüfek ateşiyle karşılar.
Bundan sonra olanları isterseniz gelin Aram Andonyan'dan dinleyelim: Aram Andonyan: “Bu davranış, kaçamamış olan tüm Müslümanların kurban gittikleri bir katliama vesile oldu.
En çok vahşeti civar köylerin Rum sakinleri gösterdiler.”.
.
Elosona’daki katliamı duyan Veria’daki Müslümanlar aynı akıbete uğramamak için veliahda bir haber yollarlar.
Can ve mallarının korunmasını rica ederler ve bağlılıklarını bildirirler.
Güvence verilir.
Ne yazık ki sonuç değişmez.
Savaşın insanlarda yarattığı en büyük acı ve sıkıntılardan biri hem askeri harekâtın hem de Makedonya’nın merkezi olan beyaz kuleli güzel şehir Selanik’te yaşanır.
Ama bu şirin şehir şimdi güzellikleri ile değil sıkıntılarıyla ve acılarıyla gündemdedir.
Çünkü Bulgar, Sırp, Yunan, Karadağ ordularının ve komitacıların saldırılarından sağ kurtulabilen yüz binlerce Türkün sığındığı önemli merkezlerden biridir Selanik.
Berliner Tageblatt’ın muhabiri şehirde yaşananları şu satırlarla anlatmaktadır: Muhabir: “Kalabalık asker ve kaçak kafileleri hazin acınacak bir durumda şehre hücum ediyor.
Türk ordusu şehrin sokakları önünde düşmanı bekliyor.
Her tarafta cesetler ve at leşleri var.
Dün elli kaçak açlık ve soğuktan öldü.
Şehrin durumu yürekler acısı.
Askerlerden başka Makedonya’dan kaçan 50 bin göçmen, aileleriyle birlikte sokaklara doluşmuşlar.
İnsan bu sefalet kafilelerini seyrederken korkunç bir izlenim ediniyor.
Zavallı erler dileniyor, açlıklarını haykırıyorlar.”.
.
Tahsin Paşa şehrin yıkılmasını ve boş yere insanların öldürülmesini önlemek için belirli şartlarla Selanik’i savaşmadan Yunanistan’a teslim eder.
En önemli şart ise herkesin hangi din ve ırktan olursa olsun can ve mal güvenliğinin korunacağıdır.
Fakat bunların hepsi kağıt üstünde kalır.
Sanki insanlar ruhlarını şeytana satmışlardır.
Yaşananların gerisini gelin yine Aram Andonyan’dan dinleyelim: Aram Andonyan: “Özellikle Müslümanların ve Musevilerin ne canı ne de malı korunmuştur.
Şehrin işgalinden sonra Selanik’in Zeytunluk Baruthanesi esrarlı şartlar altında patladı.
Patlama sırasında kışlada 600, baruthanede de 10 Yunan süvarisi bulunmaktaydı.
Bunlardan 15’i öldü, 30’u yaralandı.
Civardaki binalar tahrip oldu.
Baruthaneyi Türk Askerlerinin havaya uçurdukları haberi çıkınca, şehirde büyük karışıklık ve panik meydana geldi.
Katliam başladı.
Epey Müslüman ve Musevi hayatlarını kaybettiler.” .
.
Evet, Balkan Savaşı acılarla dolu bir savaştır.
Dört cephede süren savaşlar boyunca ilerleyen orduların ve özellikle de komitacıların saldırıları sonucu yüz binlerce insan ölmüş, yüz binlercesi de doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır.
Katledilen, bağı bahçesi elinden alınan, evi barkı yakılan insanların yapabileceği başka da bir şey yoktur zaten.
Tüm bu ve benzeri yaşanan olaylar sonucu sayıları yüz binlerle ifade edilen Türkler ve Müslümanlar göç etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı demografi uzmanı araştırmacı Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre, Balkan Harbi’nden Birinci Dünya Savaşına kadar olan dönemde sadece Batı Trakya ve Yunanistan’dan gelen Türk nüfusu 440.000’dir.
İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden Cemal Paşa, anılarında bu sayıyı 500 bin olarak vermektedir.
Rakamlar arasındaki farklılık öldürülen yüz binlerce suçsuz sivil konusunda da ortaya çıkmaktadır.
Balkan Savaşları esnasında işgal orduları ve komitacılar tarafından öldürülen Türk ve Müslümanların sayısının 200 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Araştırmacı Bilal Şimşir’e göre de rakam 200.000’den aşağı değildir.
Bazı yabancı kaynaklar ise bunu 240 bin olarak vermektedir..
.
Sürgünler konusunda Osmanlı Egemenliği sonrasında da değişen bir şey olmaz.
Tüm Balkanlarda olduğu zere Bulgaristan’dan da sürgünler devam eder.
Türk nüfusunun artışını kendisi için bir tehdit olarak gören Sofya, onların Bulgaristan’ı terk etmesi için elinden geleni yapar.
Özellikle Turan Cemiyeti’nin kuruluşundan sonra, Türklere yönelik saldırılar artar.
Türkçe konuşmak yasaklanır, mezarlıklara saldırılır, öldürmeler meydana gelir.
19 Mayıs 1934’te meydana gelen askeri darbe ise işin tuzu biberi olur.
Çok sayıda Türk aydını tutuklanır, hapse atılır, sürülür ve öldürülür.
Tüm bu yaşananlar sonucu 1923 ile 1939 yılları arasında yaklaşık 200 bin kişi Bulgaristan’dan Türkiye’ye sürülür..
Göçler ve Sürgünler konusunda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da değişen bir şey olmaz.
27 Eylül 1946’da alınan kararla 46-47 öğretim yılında Türk okulları devletleştirilir.
Hayata geçirilen kültür politikalarıyla Türklerin ve Müslümanların kapalı dünyaları da kırılır.
Geleneksel sosyal, ekonomik ve kültürel yapıları parçalanır.
4 Ocak 1948’de parti merkez komitesinin geniş oturumunda Rodoplardaki Müslümanların yani Türklerin bölgeden gönderilmesi kararı alır.
Aslında yeni yönetimin bununla yapmaya çalıştığı, bu insanları cezalandırmaktan çok, onlara gözdağı vermek, korkutmaktır.
Asıl amaç ise gidemeyip kalanlara yeni bir anlayışı kabule zorlamaktır.
Yani Anadolu Türklerinden farklı düşünen, farklı hisseden; Türkiye ile olan ilişkilerini kesmiş bulunan bir Bulgaristan Türklüğü’nü kabul ettirmektir.
Niyetin bu olduğu, Tito’nun Bulgaristan’ı ziyareti esnasında, Dimitrov’un Şumnu’da Türklere yönelik yaptığı konuşmada açıkça görülmektedir: Dimitrov: “Bölgenizde, sayıca kalabalık olan Türk ahalisi yaşamaktadır.
Slav olmayan bu ahali, Halk Cumhuriyeti Bulgaristan’ın inşaatında yer almakta ve tam bir hak eşitliğine sahip bulunmaktadır.
Bize göre Türk ahalimizin gözleri, İstanbul ve Ankara’ya doğru değil Sofya’ya ve Belgrad’a doğru dikilmelidir.
Aramızda yaşayan bu azınlıkların içinde ve bilhassa Türklerde, Bulgar milletinin düşmanlarının ajanlarını görmek istemiyoruz.” (Yeni Işık 15 Aralık 1947 No:65).
.
Şüphe, tansiyon, tedirginlik ve gerilim gün geçtikçe artar.
1949’a gelindiğinde ise tepe noktaya ulaşır.
Yapılan reformla bütün topraklar, TKZS adı altında kolektifleştirilir.
Bundan hem Bulgarlar hem Türkler etkilenir.
Fakat büyük çoğunluğunun geçim kaynağı toprak olan ve ikili anlaşmalarla hakları ayrıca düzenlenen Türkler ve Müslümanlar bu durumdan çok daha fazla etkilenirler.
Askere işçi asker olarak alınma ise olayın tuzu biberi olur.
Artık var olan şüphe ve tedirginlik değildir kanaattir.
Düşünülen tek şey, bunların niyeti kötü, en iyisi bir an evvel anavatana gitmektir.
Düşüncenin bu olduğu yerde ilk başvurulan adres de Türk temsilcilikleri olur.
Aslında yeni rejimin politikalarına ilk tepkiler ve göç başvuruları daha 1947 yılında ortaya çıkmaya başlamıştır.
Bunun nedeni de o yıl uygulamaya başlanan ve mülkiyet ilişkilerini değiştirmeyi amaçlayan mali, ekonomik politikalardır.
Bu politikalara ek olarak konan ağır vergiler, çok sayıda işyerinin kapanmasına yol açmıştır.
Mülkiyet ilişkilerini değiştirerek olası bütün muhalefeti yok etme politikası sadece sanayi ve ticaretle sınırlı kalmaz.
Aynı politikalar tarımda da uygulanır.
Ürünün bir bölümünün devlete verilmesi zorunluluğu getirilir.
Bu uygulamadan en çok büyük toprak sahiplerine etkilenir.
Özellikle de Türkler ve Müslümanlar.
Artık bu insanların faaliyetlerini sürdürme olanakları yoktur.
Dahası, yaşamlarını sürdürebilecekleri başka araçlara da sahip değillerdir.
Çünkü işsizliğin, yoksulluğun ve de yokluğun kol gezdiği bir ortamda onların, Bulgar tüccar ve büyük toprak sahipleri gibi memur olma şansları da pek bulunmamaktadır.
Artık zengin ve ileri gelen Türkler için tek bir seçenek kalmıştır: Anavatana göç etmek.
1947-51 yılları arasında yaşanan sürgünler sonucu 159.393 kişi Türkiye’ye gitmek zorunda kalır.
.
1952-56 yılları arasında yaşanan göreli huzurlu dönem, 56’da Jivkov’un iktidara gelmesiyle birlikte değişir.
Bulgaristan, Jivkov ile birlikte yeniden eski politikalara döner.
Parti merkez komitesinin geniş oturumunda, tek bir sosyalist millet yani Bulgar milleti yaratmak tezi ortaya konulur.
Bu gelişme üzerine Türkler ellerinden geldiğince örgütlenmeye çalışır.
1957’de Mestanlı’ya (Momçilgrat) bağlı Çorbacılar’da (Çorbaciysko) Atatürk adında bir örgüt kurulur.
Örgüt kurucuları kısa sürede tutuklanıp hapse atılır.
Çok sayıda Türk aydını tasfiye edilir.
Bu arada işyerlerinde Türklerin 8’de 1 oranında olması ilkesine uyulmaz.
1960’ta Türk okullarının tamamı kapatılır, Türkçe eğitimi yasaklanır.
Üniversite mezunu Türk sayısının 50 binde 3200 olması gerekirken bunun 20 kat daha azı bir oranda tutulur.
En önemlisi ise Türklerin, Bulgar kökenli oldukları tezlerinin işlenmesine başlanır.
Kültürel ve dinsel baskılar artırılır, sünnet yasaklanır.
Kısaca Türklerin, Türkiye’ye sürülmesinin koşulları bir kez daha yaratılmıştır.
Türk elçiliklerine göç talebiyle başvurular artar.
Bu gelişmeler üzerine 1968’de iki ülke arasında serbest göç anlaşması imzalanır.
Buna bağlı olarak da 1969-78 yılları arasında 130 bin kişi Türkiye’ye gitmek zorunda kalır.
1989 ve sonrasında yaşanan sürgüne gelince… Bunun için isterseniz gelin hep birlikte 1984 yılının kışına gidelim….
1984 yılının kış mevsiminde aylardan aralıkta olmaz denen şey olur.
Daha önce 93 Harbinde, Balkan Savaşında, 1930’larda 40’larda, 50’lerde, 60’larda, 70’lerde yaşanan fakat unutulan, unutulmak istenen şey tekrar olur.
Sofya bir kez daha ve bu defa sorunu kökten halletmek için “Soya Dönüş” projesini hayata geçirir.
Fakat bu, isim ve din değiştirme yani Hıristiyanlaştırma uygulamalarına konusunda yaşanan ilk uygulama değildir.
Bunun sistematik uygulanışı 1912’ya Balkan Savaşı’na kadar gitmektedir.
Yaşanan bu insanlık ayıbını Adil dede anılarında şu şekilde aktarmaktadır: “...1907 yılında doğduğum vakit adımı Adil koymuşlar.
1912’de bana Boris derlerdi.
1914’te gene Adil diye çağırdılar.
1939’da adımı Asen koydular.
1944-45’te gene Adil dediler.
Şimdi, 1970’te adımı gene değiştirdiler, Vladimir oldu.
6 keredir değişiyor adım.
Bunun sonu yok mu hiç?” (Nurcan ÖZGÜR, Etnik Sorunların Çözümünde Hak ve Özgürlükler Hareketi, İstanbul, Der Yayınları,1999).
Evet, bunun sonu yoktur.
Olmadığı 80’li yıllarda görülür.
1982’de kendilerini Millet yani Müslüman-Türk olarak gören tanımlayan Romanların isimleri değiştirilir.
Dünya yine sessizdir.
Bundan cesaret alan Sofya, Müslüman yani Türk sorunun kökten çözmek için son bir hamle yapar ve Türklerin de isimlerini değiştirmek için harekete geçer.
Fakat Türkler, uygulamayı, beklenenin aksine sessizce kabullenmezler ve direnişe geçerler.
.
.
Soya dönüş kampanyasına ilk tepki, Eğridere’nin yani Ardino’nun Tosçalı köyünde yaşanır.
Ardından da Kirli’nin yani Benkovski’nin köylerinde… Etraftaki köylerde yaşayan binlerce insanın hep birlikte haklarını aramak için Yoğurtçular köyünde toplanmaya başlamasıyla ilk ölümler meydana gelir.
Açılan ateş sonucu ilk öldürülenlerden biri de altı aylık Türkan’dır.
Köyler ayaktadır artık.
Herkes akın akın Cebel’e ulaşmak derdindedir.
Olayların büyümesinden korkan yöneticiler, bölgedeki tüm askeri ve polis güçlerini bu kasabaya toplar.
Tüm giriş çıkışlar kontrol altındadır.
Güvenlik güçleri ve halk kasabanın girişinde karşı karşıya gelir.
Fakat bu arada Mestanlı’da da insanlar, isim değişikliğini protesto etmek için bir araya gelmiştir.
Sayıları azalmış bulunan güvenlik kuvvetleri toplanan kalabalıktan korkar.
Panikleyip göstericilerin üzerine ateş etmeye başlar.
Çok sayıda ölüm olur.
Gösteriler ülkenin her tarafında yayılır.
Tabi ki, ölümler de...
En büyük direnişin gösterildiği ve çatışmaların yaşandığı yerlerden biri de İslimye’nin yani Sliven’in Alvanlar (Yablanova) köyüdür.
Güvenlik güçleri köye, 3 gün süren büyük bir direniş ve kuşatmadan sonra ancak zırhlı araçlarla girebilirler.
Bundan sonra Bulgaristan’da Türkler için var olan tek bir gerçek, katlanılması zor bir baskıdır.
Onlara, yaşamın her alanında dayatılan ve duygularını kendi iç dünyalarında bastırmayı, boğmayı ve yok etmeyi amaçlayan bir baskı politikasıdır bu.
Yaşanan sadece bir isim değişikliği değildir.
Aslında isim değişikliği ile kastedilen 1985-89 yılları arasında yaşanan tüm baskılar ve acılardır.
Kısaca cenazelerin defin işleminin yapılamaması, Türkçe konuşmanın yasaklanması, dostların birbirinden şüphelenmesi, çocukların ikilem içinde boğulması, işkenceler, Belene, acılar vb demektir..
Tüm baskılara rağmen ilk şok dalgasını atlatan Türkler, yavaş yavaş organize olmaya başlar.
1980’lerin sonuna doğru hakların iadesini temin için örgütlenirler ve kitlesel hareketler düzenlerler.
Artık ok yaydan çıkmıştır bir kere.
Türklerin tertiplediği ilk toplumsal muhalefet 19 Mayıs 1989’da Kırcaali’nin Cebel yani Şeyhcuma kasabasında gerçekleşir.
Todor Jivkov iktidarı, başını Türklerin çektiği demokratik hakların talep edildiği toplumsal muhalefetle sarsılmaktadır.
Tüm dünya Bulgaristan’a, sorunu çözmesi için baskı yapar.
Sofya yönetiminin buna verdiği yanıt ise, geçmişte de her zaman olduğu gibi, toplumsal muhalefeti yönlendiren Türk ileri gelenlerini sınır dışı etmek olur.
Bununla da yetinmeyen Jivkov, ardından Türkiye’den de sınırları açmasını ister.
Türkiye Cumhuriyeti başbakanının yanıtı net ve kesindir: Özal: “Jivkov’un blöfünü gördüm.
Kapıyı açtım.
Hadi gönder bakalım, görelim..” Turgut ÖZAL’ın bu sözleri üzerine Bulgaristan Türkleri sınıra yığar.
Tüm bu yaşananlar sonucu sadece 1989 yılında 320 bin Türk, bu sürgüne bağlı olarak Türkiye’ye gelir.
Sürgünler yani zorunlu göçler Bulgaristan’ın AB tam üyelik görüşmelerinin kesinleştiği 2 binli yıllara kadar azalarak ta olsa böyle devam eder.
Bugünkü rakamlara göre 1989 sonrasında Türkiye’ye göç etmiş bulunan Türklerin toplam sayısının 500 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Bu süreçte en fazla boşalan yerlerden biri de Cebel’dir.
O kadar ki, bazı köylerde sadece 1-2 aile kalmıştır.
89’da sınır dışı edilme olayından önce yaklaşık 24 bin olan genel nüfus, kısa sürede hızla azalır.
O kadar ki, daha sonra devam eden göçlerle birlikte nüfus, yaklaşık 8 bin 500’e geriler.
Ancak geçmişten günümüze nüfusun seyrine geçmeden önce Cebel’in köylerine bir bakalım.
Sonrasında ise nüfuslarına ayrıntılı olarak göz atalım..
.
.
CEBELİN KÖYLERİ:.
Doğu Rodoplarda yer alan Cebel’de bağlı 17 köy bulunmaktadır.
Bunlar Ramadanlar (Kabaağaç-Velikdençe), Elli Yaşcı (İliysko), Hasırcılar (Kabaağaç- Rogozari), Değirmenciler (Vodeniçarsko), Gölcük-Bölcek (Generl Geşevo), Hasanoğullar (Dobrintsi), Canbaşlı (Canbaşallı-Duşinkovo), Satıköy (Polyanets), Sarıyer (Jılti Rid), Ali Fakih (Alfakı- Jılıdovo), Ahmetdere (Kozitsa), Kontil (Kontil), Veliler (Rojdensko), Kirez Sırtı (Çereşka), Kuyucuk Viran (Küçük Viran- Mişevsko), Tığlazlar (Modren), Recepoğulları (Sipets), Bektaşlar (Bekteşler-Paprat), Arslan Hoca (Tütünçe), Ak Kayrak (Seyid Ali Köyü-Plazişte), Kurtköy (Vılkoviç), Taşlıköy (Kamençane), Ahmet Sipahi Köy (Sofiytsi), Allıköy (Tsvyatovo), Dereköy (Potoçe), Beziran (Bezirgan-Kupsite), Sırtköy (Rit), Güneyli (Gün Eli-Pripek), Yar Dere (Ridino), Asarcık (Hasarcık-Rogozçe), Tüller (Mrejiçko), Ispalar (Sipahiler-Ovçevo), Kaya Başı (Skalino), Hocaköy (Aşağı Dere- Slınçogled), Çavaklar (Telçarka), Arnavutlar (Albantsi), Kazaklı (Kazatsite), Kangallar (Kangırlar-Tırnovtsi), Ada (Brejana), Ustura (Ustra-Ustren), Gölcük (Lebed), Elma Çukur (Yamino), Kırsalih (Kırseli-Tsırkvitsa), Çakallar (Çakaltsi), Tepe Altı (Podvrıh), Hafızlı (Havazlı-Şterna), Sarıyer (Jıltika) ile günümüzde Cebel’in birer mahallesi olan Şeyhköy (Glavatartsi), Nebi Paşa (Nepşeyköy-Bryagovo), Aşçılar (Gotvarsko), Celiloğulları (Dihanovtsi) ile Boyacılar (Ednovertsi)’dır.
.
.
Rodoplar gibi dağlık ve engebeli bir arazide olmasından dolayı köyler, Kuzey Bulgaristan’ı baz aldığımızda küçük sayılır.
Ancak yine de nüfus açısından oldukça büyük olarak kabul edilebilecek köyler de bulunmaktadır.
Bunu bize en gösterecek olan aslında, 1989 öncesi ve sonrası Cebel ve köylerinin nüfusunu ortaya koyan tablodur.
.
.
Yer Adı 1989 Öncesi Nüfus 1989 Sonrası Nüfus.
Ramadanlar (Kabaağaç-Velikdençe) 447 142.
Elli Yaşcı (İliysko), 352 131.
Hasırcılar (Kabaağaç- Rogozari) 308 82.
Değirmenciler (Vodeniçarsko) 599 129.
Gölcük-Bölcek (Generl Geşevo) 904 256.
Hasanoğullar (Dobrintsi) 404 137.
Canbaşlı (Canbaşallı-Duşinkovo) 646 132.
Satıköy (Polyanets) 592 139.
Sarıyer (Jılti Rid) 58 16.
Ali Fakih (Alfakı- Jılıdovo) 672 124.
Ahmetdere (Kozitsa) --- 180.
Kontil (Kontil) 146 27.
Veliler (Rojdensko), 95 31.
Kirez Sırtı (Çereşka) 1-2 (?) 33.
Kuyucuk Viran (Küçük Viran- Mişevsko) 1079 330.
Tığlazlar (Modren) 38 6.
Recepoğulları (Sipets) 214 71.
Bektaşlar (Bekteşler-Paprat) 438 152.
Arslan Hoca (Tütünçe) 318 108.
Ak Kayrak (Seyid Ali Köyü-Plazişte) 471 181.
Kurtköy (Vılkoviç) 277 147.
Taşlıköy (Kamençane) 132 6.
Ahmet Sipahi Köy (Sofiytsi) 356 122.
Allıköy (Tsvyatovo) 83 5.
Dereköy (Potoçe) 205 14.
Beziran (Bezirgan-Kupsite) 412 49.
Sırtköy (Rit) 163 22.
Güneyli (Gün Eli-Pripek) 1063 911.
Yar Dere (Ridino) 921 292.
Asarcık (Hasarcık-Rogozçe) 376 130.
Tüller (Mrejiçko) 417 111.
Ispalar (Sipahiler-Ovçevo) 184 54.
Kaya Başı (Skalino) 173 44.
Hocaköy (Aşağı Dere- Slınçogled) 375 230.
Çavaklar (Telçarka) 327 69.
Arnavutlar (Albantsi) 134 2.
Kazaklı (Kazatsite) 404 62.
Kangallar (Kangırlar-Tırnovtsi) 466 58.
Ada (Brejana) 185 20.
Ustura (Ustra-Ustren) 872 327.
Gölcük (Lebed) 421 34.
Elma Çukur (Yamino) 412 134.
Kırsalih (Kırseli-Tsırkvitsa) 327 85.
Çakallar (Çakaltsi) 587 70.
Tepe Altı (Podvrıh) 367 94.
Hafızlı (Havazlı-Şterna) 608 46.
Sarıyer (Jıltika) -- 2 (?) 154.
Cebel 4647 2901.
NOT: Cebel’in nüfusu, birer mahallesi olarak kabul edilen Şeyhköy (Glavatartsi), Nebi Paşa (Nepşeyköy-Bryagovo), Aşçılar (Gotvarsko), Celiloğulları (Dihanovtsi) ile Boyacılar’ın da (Ednovertsi) katılımı ile oluşmaktadır.
.
.
Tablodan da görüldüğü üzere son 1 asırdır yaşanan sürgünler, hele hele 1989-90 yıllarında yaşanan sürgün, bölgeyi en az 200-300 yıl geriye götürmüş bulunmaktadır.
Bazı köylerde 2-3 kişinin kalması ve bunların da çoğunun yaşlılardan oluşması yaşanan trajedinin büyüklüğünü en iyi şekilde gözler önüne sermektedir..
.
.
CEBEL VE EKONOMİ.
Cebel’in ekonomisine gelince… Cebel ekonomik açıdan büyük sıkıntılar yaşayan bir ilçedir.
Sosyalist ekonomiden kapitalist ekonomiye geçişin sancıları burada da yaşanmaktadır.
1980’den sonra az miktarda da olsa sanayi tesisinin ve konfeksiyon (hazır giyim) atölyelerinin yer aldığı ilçede günümüzde ekonomi neredeyse yok denecek kadar azdır.
Geçmişten kalan OTOMOTİV yedek parçası ile ilgili olan ------ isimli fabrika, bu konuda yine en önemli kuruluş olarak varlığını korumaktadır.
Tütün ise AB mevzuatı kapsamındaki sınırlamalara bağlı olarak ekiminin sınırlandırılması nedeniyle ilçe ekonomisindeki önemini kaybetmiş bulunmaktadır.
Hayvancılıkta da eğer önlem alınmazsa aynı tehlike yaşanacak gibi görünmektedir.
Dahası tüm ekonomik olanaklarını büyük kentlerin kalkınmasına ayıran Sofya’nın, küçük yerlerle; özellikle ve özellikle de Rodoplardaki Türk bölgeleriyle, Dimitrov’un 1947’de dile getirdiği “Rodoplardaki Türkler ve Müslümanlar ya Türkiye’ye göç ettirilecek ya da Bulgaristan’ın iç bölgelerine gönderilecek” sözünü hayata geçirircesine, ilgilenmemesi nedeniyle ekonomik sorunları daha da ağırlaşmaktadır.
Şu an var olan canlılığın nedeni de ki, buna canlılık denirse, o da Türkiye ile geliş gidişlerin çok olması, özellikle de emeklilerin yılın bir bölümünü burada geçirmeleri ve göreceli yüksek harcama nedeniyle ekonomiye biraz olsun katkıda bulunmalarıdır..
.
CEBEL VE TURİZM:.
.
CEBELLİ TANINMIŞ KİŞİLER:.
Türkiye’de Cebel’den çok daha fazla Cebelli yaşamaktadır.
Bunlar ağırlıklı olarak Bursa, İzmir ve İstanbul’da bulunmaktadır.
Dahası siyasetten, ekonomiye, turizmden basın sektörüne kadar pek çok alanda faaliyet göstermektedirler.
.
En tanınmış Cebelliler;.
Bursa’dan ,.
İşadamı-Milletvekili Ali Osman Sönmez, .
İşadamı-Milletvekili Mümin Gençoğlu, .
İşadamı Turhan Gençoğlu, .
İşadamı Mümin Şentürk, .
İşadamı Celal Sönmez, .
Kırayoğlu ailesi,.
Yufus Kırayoğlu.
Mimar Mithat Kırayoğlu – Çekül vakfı başkan yrd..
Cemal Kırayoğlu – KIRAYTEKS in GM.
İşadamı Feridun Kahraman – DOSAB Başkanı.
Sunteks in sahibi.
İşadamı Fevzi ve Cezmi Çağlayan – ÇAĞSOY Tekstil sahipleri.
İşadamı Alper Bayramoğlu – Gençbayramoğlu sahibi.
İşadamı Nuri Türkdönmez – Berar Tekstil in Sahibi .
İşadamı Yusuf Sabahyıldızı – Suare, Kat3, eğlence sektörü.
İşadamı Hasan Öztürk .
İşadamı Salih Çağlayan – Çağla Kimya ve CEMSEL Boyahanesi,.
İşadamı Alaattin Akar – BTM firmasının ortağı,.
İşadamı Alaattin KIRCALI – Kırcali İnşaat ve İnegöl AVM,.
Serkan Cebelli – DOD Satış ve Pazarlama Müdürü..
Mali Müşavir Aliye Öztürk.
Profesyonel Futbolcu – Yakup Sertkaya.
.
Milletvekili Mustafa Öztürk, .
Tıp Doktoru Prof.
Dr.
Emin Balkan, .
Prof.Dr.Necdet Coşkun - U.U.Kimya Bölümü.
Dr.
Nazmi Günay, .
Dr.
Seyfi Kanberoğlu Dahiliye Uzmanı, .
Dr.
Gürçay Cem - Kadın Doğum Uzmanı,.
Dr.
Erol Bahtiyar - Kalp ve Damar Uzmanı.
Dr.
Erkan Öztürk - KBB Uzmanı.
Dr.
Necdet Karşıyakalı .
Dr.
Özden Savaş - KBB Uzmanı.
Dr.
Vedat Özcan - Acil Tıp Uzmanı.
Diş Dr.Fahris Bahtiyar.
Diş Dr.Mümin Türker.
Gazeteci Rıdvan Tümenoğlu,.
.
.
İzmir’den .
Doç.Dr.Müjgan Karatosun (Mimar).
Uz.Dr.Sami Cebelli – Denizli devlet hastanesi Baş.Hekim Yrd..
İşadamı Rahmi Sezgin, .
İşadamı İsmail Vatansever, .
Avukat Rıdvan Çavuş,.
Kuşadası’ndan.
İşadamı Enver Saatçi .
.
Edirne’den .
Trakya Üniversitesi Öğretim Üyesi Kader Özlem,.
.
Ankara’dan .
TRT Yapımcısı Metin Edirneli, ….
.


Established in the recent years Cebel - Djebel in ottawa , ontario in canada.


This is a well known establihment acts as one-stop destination servicing customers both local and from other of the city.

Over the course of its journey , this business has establihed a firm hold in the [category].

The belief that customer satisfaction is an important as it products and services , have helped this establihment garner a vast base of customers and continue to grow day by day

Foods is provided with high quality and are pretty much the highlight in all the events in our lives.

Sweets and food are the ideal combination for any foodies to try and this Cebel - Djebel is famous for the same.

This has helped them build up a loyal customer base.

They have started a long journey and ever since they have ensure the customer base remains the same and growing month on month.

As they are located in favourable location , becomes the most wanted space for the tourist.

For any kind and assistance , it is better to contact them directly during their business hours.

Premises has a wide parking area and need to avail special permissions for parking.

Pets inside the premises are not allowed and require additional permission.

Cashless payments are available and extra charges for the credit cards are levid.

They are listed in many of the food delivery networks for home delivery with appropriate charges.

They accept cards , cash and other modes of payments

Tips are not actually encouraged but customers are willing to offer any benefit as needed.

There you can find the answers of the questions asked by some of our users about this property.

This business employs inviduals that are dedicated towards their respective roles and put in a lot of effort to achieve the common vision and goals.

It is a effortless task in communiting to this establishment as there are various modes available to reach this location.

The establishment has flexible working timings for the employees and has good hygene maintained at all times.

They support bulk and party orders to support customers of all needs.


Frequently Asked Questions About This Location
Qus: 1).what is the mode of payment accepted ?

Ans: Cash , Credit Card and Wallets

Qus: 2).What are the hours of operation ?

Ans: Open all days mostly from 9:30 to 8:30 and exceptions on Sundays. Call them before going to the location.

Qus: 3).Do they have online website?

Ans: Yes . They do have. Online website is - Click Here

Qus: 4).What is the phone number Of the location?

Ans: Phone number of the location is - + 359

vimarsana © 2020. All Rights Reserved.